Değinmek istediğim bir konu vardı: insanların artık birbiri ile muhabbetten kaçındığı, aile içi ‘’kuşak çatışmaları’’nın arttığı, anne ve babaların özellikle çocukları ile aralarına, televizyon denen o ‘’aptal kutusu’’nun bir perde misali çekildiği ve artık sıkıntıların, zamanın çıldırtıcılığı sonucu iyice gardı düşen zihinlere bitirici vuruşu her an yapabileceği mevzusu... ‘’Yaşamak kimin umrunda ki?’’ adlı yazıda bunu kısmen anlatabildiğime inanmıştım.
Bu gün aldığım bir haberle zihnim tecavüze uğradı; hayata dair bütün hayallerim, bütün ideallerim, bütün sevincim, bütün ‘’kimseye anlatamadığım bir takım sıkıntılarım’’ kendini beşinci kattan aşağı atıp intihar eden on üç yaşındaki ‘’O’’ günahsız çocuğun aramızdaki gölgesi gibi uçup gitti. Tek fark, onun ruhu onu tanıyanların gözlerine sinmiş gülüşü ile göğe yükselirken, benim içime anlamsız bir isyan ve kapkara bir sıkıntı iniverdi. Tutamadım kendimi…
Kur’an-ı Kerim’in tüylerimi diken diken eden; insanın acizliğini, günahlarını, vahşetini yüzüne tokat gibi çarpan ayetlerinden biri beynimin tüm damarlarını zorlayarak, zihnimin zirvesine tahtını kuruverdi. ‘’Hangi günahtan dolayı öldürüldüğü, diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda’’. (Tekvir Suresi: 8-9)
Sizi bilemeyeceğim ama ben on üç yaşımda iken; komşumuzun benden yaşça büyük oğlu ile arada ‘’çulluk’’ avına çıkardık.(Av köpeğimiz Tusi’yi de unutmamak lazımdır.) Mahalledeki fırının önünde akşamları arkadaşlarla toplanıp birbirine sataşan, oradan buradan komik hikâyeler anlatan ‘’abilerimiz’’i dinlerdik. Üçlü kancalarımızla çırpma yaparak kefal yakalamaya çalışırdık. Dairemizi bünyesinde barındıran apartmanın çatı katında güvercin bakardım. Okulumuzun resim kursuna giderdim. Bir de bir kıza âşıktım. Evet, bunların hepsini ve daha yazmadığım bir sürü şeyi ben on üç yaşındayken yapardım. Bana ‘’evlat’’ diyorlardı o zamanlar ancak, ‘’işe yaramaz bir evlat’’ olmadığımı bana hatırlatacak pek çok uğraşım vardı. Çocukluk yıllarımı, çocukluk çağındaki bir ‘’insan’’ gibi yaşadım. On üç yaşında, beş katlı bir binadan atlayarak intihar eden bu çocuğun düştüğü sokakta ben, on üç yaşımda iken çift kale maç yapardım!

On üç yaşında bir kurban verdik ‘’sistem’’e, kurban bayramına bir hafta kala. Ne cevap verecektir bu çocuk, ona bu yaşta, neden kendini beş katlı bir binadan aşağı attığı sorulduğunda? Ona, bu cesareti gösterecek ya da bu isyanı gerçekleştirecek kudreti nereden bulduğu sorulduğunda, ne cevap verecektir? Hiç düşündünüz mü?
Babasından yediği dayaklardan başlayacaktır belki de. Kendi evinde, kendi odasında bir ‘’küçük besleme’’ gibi görülmesinden ya da. Cuma günü son dersin bitiş zilinin çalmasıyla yarın arkadaşları ile yapacakları ‘’haytalıkları’’ düşünmek yerine, içtima varmış gibi sabahın köründe kaldırılarak dershaneye gönderileceği gerçeğinin onda yarattığı acınası, kaldırılması güç baskıdan mı yoksa? Anne veya babasının gözünde hiçbir zaman; sümüklü, arkadaş grubunda sözü sallanmayan, pısırık ve mızıkçı ‘’ Şaban’’ kadar(!) olamayacağını bilmesinden mi? Özgürlüğü ve çocukluk yıllarında oynaması gereken oyunları elinden bir bir alınarak, besili bir ev hayvanıymış gibi, her an ailesinin gözü önünde olması için onun hizmetine sunulan, her gün onu habersizce toplumdan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayan ve ancak ödevlerini bitirmesi koşulu ile belirli saatlerde kullanabileceği teknoloji harikası bilmem kaç gb ramli bilgisayarından mı? Bir yarış atı gibi görülmesinden ve çıkmaya hazırlandığı büyük yarış hakkındaki sorulardan nasıl bıkıp usandığından mı? Evde ‘’iyi evlat’’, okulda ‘’iyi öğrenci’’ olamadığı ve komşularının yorumlarında hiç bir zaman ‘’ahlaklı bir çocuk’’ olarak yer alamadığından, kendini topluma ispatlama yolunu ‘’sigara içmek’’ten geçirdiği için daha da çok hırpalandığından mı? Sizce hangisinden başlayacak anlatmaya?
Bu akşam için kapayın şu ‘’aptal kutusu’’nu. Anlatmak isteyip de anlatmayı pek beceremediğim şeyi biraz olsun düşünün.
Oysa, ‘’Ne kadar az düşünüyorsunuz !‘’.(Mü’min Suresi: 58) Ola ki düşünürsünüz!