Memleketler içinde güzel bir memlekettir Türkiye. Ve Türkiye’de öğrenci olmak zor zanaat. Özellikle de babanızın iyi bir işi, dolgun bir maaşı yoksa…
Bir cemaate mensup değilseniz, akrabalarınızdan herhangi birinin yanında kalmıyorsanız, yurt hayatından da nefret ediyorsanız yapabileceğiniz pek fazla bir şey kalmıyor. Öğrenci hayatı denen o yaşam biçimini işte o zaman iliklerinize kadar hissedebilirsiniz.
Azıcık aşım dertsiz başım felsefesiyle yoğurursunuz günlerinizi. Eviniz dökülüyor olabilir, pis olabilir, varoş bir semtte de olabilir ancak orası; ‘’sizin’’ evinizdir. Yani, en özgür olabileceğiniz yer... Tabi ki ev arkadaşınızın haklarına tecavüz etmeyecek kadar. Ev arkadaşı demişken şunu da belirteyim ki, benim ev arkadaşım aynı zamanda hem ilkokul, hem ortaokul hem de lise arkadaşımdı: Miraç.
Küçük evimizin, küçücük odasında kışları ceketlerimizi giyerek ders çalışırdık. Odayı ısıtmak için camların önüne yumurta kolileri dizmek, şimdi düşünüyorum da, tam bir karadenizli zekasının ürünüydü. Hem odamız kısmen daha sıcak oluyordu, hem de pencerelerin kenarından sızarak odayı etkisi altına alan yağmur sularından kurtulmuş oluyorduk bu fikir sayesinde. Kış sabahları, kalkmak ölüm gelirdi yataktan. Bir bahane bulup – mesela;‘’Hastayım ya, ölüyorum!’’, ya da ‘’Zaten bu dersin notlarını tutuyor falan kız, gidip de ne yapacam ya!’’ ve hatta ‘’ Zaten bir bok anlatamıyor hoca, sınıfta uyuyacağıma hiç gitmem daha iyi.’’ – o derse gitmemek sizi nasıl da dünyanın en mesut insanı haline getiriyor, anlatamam.
Odamıza iki çek-yat sığmadığından, 6 ay kadar Miraç’la aynı çekyatta yattık. Oda öylesine küçüktü ki, bu çekyatı açtığımızda, odada neredeyse boş yer kalmıyordu. Sonunda bu işin böyle yürümeyeceğini anlayarak, bir yorganı katlayarak döşek yaptık. Ben döşekte, biraz sert olması haricinde rahat rahat uyurken, Miraç; açılmadığı zaman üzerinde ancak yedi cücelerden birinin sorunsuz uyuyabileceği çekyatta, aylarca dizlerinden aşağısını çekyattan sarkıtarak uyumak zorunda kalmıştı.
Genelde günde bir öğün yemek yerdik, ikinci öğün bir iki parça bir şeyler atıştırmaktan ibaretti. Menümüz de genellikle aynıydı. Bol sebze, yüklü miktarda kalorili besinler, sınırsız içecek ve bir de memleketten gönderilen Karadeniz sofrasının duayenleri(!)… Yani: iki domates, sıvı yağda kızartılmış 2-3 yumurta, çay ve annemin yolladığı ‘’minzi’’ (Şahsen en çok sevdiğim yiyeceklerden biridir. Diğer yörelerde Lor Peyniri olarak da bilinir.) ile Miraç’ın annesinin yolladığı leziz yaprak dolmaları… Bu son saydıklarım en fazla bir hafta süslerdi masamızı… Zeytin, maalesef, lüks tüketim mallarına giriyordu. Patates nasıl kızartılır neredeyse unutuyordum. Allah’tan okul bitti.
Maddi yönden böyle şartlar altında sıkıntılı bir dönem geçirirken, CHP’nin İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız bursları, fırsat eşitsizliği gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi’ne taşıması ve mahkemenin de burslarımızı iptal etmesi, nice nice iltifatların aylarca yankılanmasına sebep olmuştur küçücük odamızın o soğuk duvarlarında. Oysa ‘’sol’’ bir partiydi bunu yaptıran. Anlayamadığımız da buydu işte… Sonraları kısmen anladık tabi bu memlekette neyin ne olduğunu ancak, götümüze giren şemsiyeyi de açamadık bir türlü. Sonraları öğrendim ki boşa uğraşmışız. Daha açabilen olmamış… Diyeceğim o ki, AKP – CHP sürtüşmesinden de payımıza bir eksi düşmüştü.. ‘’CHP her kuşu öpmüştü de, bir leylek kalmıştı!’’ sanki.
Bir şeyler alacağımız zaman, ceplerimizi boşaltır, komünal bir bilinçle bizi maksimum fayda düzeyine ulaştıracak bir alış-veriş için hesap yapmaya başlardık. Miraç sayısalcı olduğundan, gram-fiyat tespitleriyle evdeki hesabı çarşıya uydurmayı başarırdı. İnanır mısınız bilmem ama bazı geceler aç yattığımızı bile bilirim. ‘’Dayan be oğlum, bu sene son!’’ tesellileri, William Wallace’ın savaş meydanında söylediği o efsane sözden bile daha çok gaza getirirdi bizi. ‘’Every man dies, not every man really lives'’
Benim yazın fındık toplayarak kazandığım parayla aldığım bilgisayarım balkon kapısının, Miraç’ın baba hediyesi laptopu ise odanın giriş kapısının hemen yanındaydı. Miraç’ın da maddi durumu pek parlak değildi. Babasının üniversite hediyesiydi bu laptop. Ancak üniversitenin üçüncü sınıfında alınabilmiş bir ‘’üniversite hediyesi’’. Aslına bakarsanız, benim babamın da bir telefon sözü vardır bana. ‘’Üniversite hediyesi’’ hesabı…Üniversite bitti, şu önümüzdeki ay gel(e)medi bir türlü. Ne yapalım… Koy g.tüne rahvan gitsin!
Bazı geceler, sabahlara kadar aynı şarkıları dinlerdik. ‘’Here Comes The Rain Again’’ , ‘’Soldier Of Fortune’’, ‘’ Kalbim acıdı’’ , ‘’İşte Gidiyorum’’… vs. Ancak Hipnogaja’nın Here Comes The Rain Again’i rekoru elinde bulunduran şarkıydı. Fakat bizi en çok etkileyen, hatta bizi ‘’darlatan ‘’ parçalar genellikle Kazım Koyuncu’nunkilerdi. Öyle ki, muhabbet lise günlerinden açılır, önce gülünür, sonra bu gülüşmeler yerini yavaş yavaş hüzne bırakırdı. Memleket, bütün anılarıyla beraber zihnimizden şöyle ağır ağır geçerdi. Dolu dolu gözlerimizi birbirimizden kaçırma yarışına tutuşurduk. Genelde Miraç’ın lavaboya gidip yüzünü yıkamasıyla(!) son bulurdu bu ‘’darlık’’ dakikaları.
İkimiz de Anadolu çocuğuyduk. Halen daha da değiştik denilemez. Çünkü bir parçamız daima toprağa aitti. Çocukluğumuz çamurdan arabalar yaparak, derede balık tutmaya çalışarak, inek bekleyerek, fındık toplayarak geçmişti ne de olsa. Ve özlem duyduğumuz şeylerde bunlardı, ailelerimizin dışında. Her ne kadar ‘’İstanbullarda’’ okumuş olsak da geçmişimizden kopamıyorduk. Markamızı değiştirme olanağımız yoktu. ‘’Köy Çocuğu, Made in Trabzon.’’
Bata-çıka bir hayat sürüyorduk. Hayatımızın seyri ile aynı grafiği çizen bir de takımımız vardı ki, malumunuz: Trabzonspor…Maçları, internette o zaman popüler olan korsan lig tv sitelerinden (Justin TV bunlardan biriydi mesela) izliyorduk. Forma, bere, atkı… Sanki Anvi Aker’in maraton özel tribününden iki kombine bilet elimizdeymiş gibi. Heyecan, ‘’sinerji’’ hat safhada… 22 yaşındayım, 95 – 96 sezonu hariç 08 - 09 sezonu kadar şampiyonluğa yaklaştığımız başka bir sezon hatırlamam. Umutlarımız Sivasspor maçı ile ‘’başka baharlara’’ kalmıştı. Maçtan sonra Ersun Yanal’a ettiğimiz küfürler cabasıydı. Hatta Miraç hızını alamayıp BMN’de de aynı şeyi yapınca otuz bir günlük ceza yemişti. Cezanın otuz bir gün olması bir hafta kadar alay konusu olmuştu hatta. Cezayı veren, Miraç’a küçük bir hakaret de etmişti. Mağlup olduğumuz maçlardan sonra kaç defa ‘’Bir daha bu evde bu takımın maçı izlenmeyecek!’’ diye yemin ettik hatırlamıyorum. Ancak hatırladığım bir şey var ki; her defasında maça on dakika kala bu yeminlerimizi ekmek arası yapıp yediğimizdir. ‘’Kanser etti bizi bu .mına koduğumun takımı!’’ ise en çok kullandığımız ortak küfürdü.
Miraç’ın Ece ile tanışması tam da bu zor günlere denk gelir. Bu mevzu sayesinde dertlerimizi biraz olsun unutmuştuk. Görmüş geçirmiş bir adam gibi Miraç’la durum tahlillerini yapar, her gece yeni bir strateji belirlerdik. Bazı gecelerse Miraç’ın msn nöbetleri sırasında iyi bir espri patlatır, gözlerimizden yaş gelene kadar gülerdik. Ben daima ‘’Bu kız seni seviyor.’’ derdim ama bir türlü inanmazdı buna. Aralarındaki muhabbet arttıktan sonra Ece, uyansın diye bazı sabahlar telefonla Miraç’ı arardı. Miraç’ın telefona NTV muhabiri edasıyla cevap vermeleri o uykulu halimle dahi kahkahalara boğardı beni. Tabi telefonu kapattıktan sonra Miraç’ı da… Eğer halen daha neden ‘’Here Comes The Rain Again’’in dinlenme rekorlarını alt üst ettiğini anlayamadıysanız bu paragrafı baştan sona tekrar okumanızı tavsiye ediyorum.
Fatura mevzularında da durum hiç iç açıcı değildi. Ya doğalgaz kesik olurdu ya şofbenin tüpü biterdi ya da (nadir de olsa) sular kesilirdi. Ama borç-harç da olsa internetimize gözümüz gibi bakardık. Nasıl bir akılsa artık, marttan temmuza kadar doğalgaz kesik durmuştu, ödememiştik faturayı, ama internet ne zaman kesilse bir şeyler yapıp onun faturalarını hemen yatırırdık.
Doğalgaz zaten sadece çay yaptığımızda lazım oluyordu. Kaloriferli değildi evimiz. Doğal gaz sobası da bizim odada değildi. Şofben tüplüydü. Ve bazen de bu tüp biterdi ansızın. Miraç’ın bir işyerinin kapısının önünden bulup getirdiği kırık ketıl ile su ısıtıp o soğuk kış gecelerinde banyo yapmak işkencelerin en büyüğü gibi gelirdi bize. Kırıktı ama işi marjinal faydaya döktüğümüzde evimiz için bulunmaz bir nimetti de. Öğrenci evinin eksiği asla bitmez. Ancak bu gibi hesapta olmayan eşyaların birden hayatımıza girmesiyle evimiz bambaşka bir yer olurdu sanki. Koltuk takımı bulsaydık hafızamda bu ketılın yarattığı etkiyi yaratamazdı kuşkusuz.
Öğrencilik yıllarımda ‘’gök yüzünün başka renginin de olduğunu’’ anladım. Hayatın acımasızlığını, ‘’her koyun kendi bacağından asılır’’ felsefesini tecrübe ettim. Nedense – bir iki kişi hariç – herkes kendi bacağımızdan asılmayı can-ı gönülden istiyormuşuz gibi ses çıkarmadı biz bu sıkıntılarla boğuşurken. Şimdi geride kaldı o günler. Acısıyla, tatlısıyla hayatımda yaşadığım en anlamlı zaman dilimidir o yıllar: İstanbul’daki öğrencilik yıllarım...
Bazı geceler kafamı yastığa koyduğumda, hep aynı diyalog gelir aklıma, kendi kendime güler, yukarıda anlattığım trajikomik günleri zihnimden geçiririm…
E: Oğlum hadi ya! İki saattir seni bekliyorum. Gitmiyor musun diğer odaya?
M: Tamam .mına koyim! Bak yarım saatin var ha!